Blog
Sizce hayat nedir?
“……”
Bence;
Cam kırıkları üzerinde yalınayak yürürken, ara sıra uzatılan lolipop şekerlere dil atmak, gibi bir şey.
Yani sıkıntısı çok, keyfi az...
Ama hayatın bazen şu kadarcık keyfi bile insana çok gördüğü ve standartlara uymadığı da olur. Hem cam kırıkları üzerinde yürütür, hem de uzattığı şeker hidroklorik asitten imaldir. Hatta abartıp, yaladığınız asitli şeker sebebi ile yanmış olan ağzınızı çalkalamak üzere tuzlu su dolu bir bardak bile uzatabilir.
Kimi zaman da, hayat gerçekten güzel bir şeker verir. Ama onu öyle olmadık yer ve zamanlarda yalatır ki bize iki gram keyif alacağız diye üstüne bir de rezil oluruz. Yani uzun lafın kısası ellediğimiz iki tane … yediğimiz ….’ın haddi hesabı yok fıkrası…
Biz ise onca sıkıntıya ve bunca alaya alınmaya rağmen yine de, ne camların üzerinde yürümekten, ne de tatlı mı, acı mı olduğunu bilmediğimiz lolipoplarımızın uzatılmasını beklemekten vazgeçmez, yaşamaya uğraşırız…
Herkesçe malum olduğu üzere doğar doğmaz, biz insanlar için hazırlanmış olan cam kırıklarıyla dolu bir yolda buluruz kendimizi. Hayat küçücük bir bebek olduğumuza bile bakmadan, daha aldığımız ilk nefeste canımızı yakar. Oksijenle tanışmak kendisine alışık olmayan akciğerlerimizi yakmıştır. Bu yüzden neredeyse hepimizin hayatta yaptığı ilk icraat ağlamaktır.
Sonra hemen ilk şeker uzatılır. Şevkat dolu sıcak bir kucak içinde dünyanın, muhtemelen en lezzetli yemeği sunulur, yine muhtemelen dünyanın en harika kadınının memelerinden.
Bu standart prosedürdür ama dedim ya, hayatın standartlara uymadığı da olur. Akciğerlerinde duyduğu acı sebebi ile ağlayan bir bebeğe her zaman tatlı şeker verilmez. Uzatılan içi asit dolu bir biberon da olabilir. “Bu durumu açıklayacak örneği yazmak istemiyorum bağışlayın.”
Neyse, biz büyüdükçe cam kırıkları da büyür ve şekil değiştirir. Küçüklüğümüzde düz camdan kopmuş, küçük parçalar üzerinde yürürken, büyüdükçe cam parçaları şişe kırıkları halini alır. Eğri büğrü, sivri ve de keskin. Yürüdükçe tabanlarımızı daha da iyi parçalasın diye.
Ama yürürüz.
Ne zaman uzatılacağını bilmediğimiz şekerlere kavuşma hayaliyle yürürüz. Ayaklarımız kesilir, kanar, kurur kabuk tutar, sonra yine kesilir, kanar…
Yine de durmayız. Duramayız. Eninde sonunda şekerler uzatılır. Biz de tercih hakkı verilenlerden seçim yaparız. İşin en iyi yanı da budur. Az da olsa bazı şekerleri kendimiz seçebiliriz. Ama seçtiğimiz şekerin doğru seçim olduğu yaşanılarak öğrenilecek bir şeydir. Tecrübe de böyle ortaya çıkar. En fazla yanlış şeker yalayan en tecrübelimizdir.
Bu şeker kimi zaman mesleki bir başarı, kimi zaman bir sevgili, kimi zamansa maddi zenginliktir. Bunların lezzeti kısa ömürlüdür ama. Gerçek meyve sularından yapılmamıştır çünkü bu şekerler. Kimyasal aromalar ve tatlandırıcılarla hazırlandıklarından uzun vade de ayağınızın altındaki cam kırıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramazlar. Sağlığa zararlıdırlar. (Zaten sağlığa zarar vermeseler bile bir süre sonra bunları daha fazla kullandıkça daha az keyif verecekleri kesindir. (Bkz: Azalan marjinal fayda teorisi) o yüzden bunlara fazla takılmamak gerektir.)
Asıl önemli olan tabanlarımızı paralayan ve de biz ölene dek bu niyette olacak olan cam kırıklarına dayanma gücünü bize verecek kaliteli şekerler seçebilmektir.
Uçmak…
Uçakla değil ama araçsız.
Kuşlar gibi…
Uçarken çıplak olmalı tenim, her santimetrekaresinde hissetmeliyim serinliği.
Yükselmeliyim.
Ürpermeliyim çıktığım yükseklikten. Dizlerimin bağı çözülmeli.
Sonra, sonra gözlerimi kapayıp bırakmalıyım kendimi boşluğa.
Özgürümdür işte o an.
Kuşlar kadar özgür. Bulutlar kadar umarsız.
Dünya’ya dair ne kadar sıkıntı varsa, uzaktır o an bana.
İki sevgilidir artık bedenim ve rüzgar
Mutluyumdur…
“Yerçekimi diye bir kanun var biliyorsun değil mi? Düşüyorsun şu an, aç gözlerini bir şeyler yap!”
Ooff ya! bak yine yaptı yapacağını. Bi sus arkadaş ya, bi sus. Ettin içine hayalin. Tamam biliyoruz İnsanız uçamayız, ruhumuz bedenimize, bedenimiz de mekana sıkışmış. Kanatlarımız yok. Fizik kurallarından da bi haber değiliz. Biliyoruz. Sadece hayal kuruyordum. Aferin sana, yine başardın, bir kere daha hayatımı kurtardın. Teşekkür ederim…
Bak sevgili sağduyum! bırak bugün de karışma işime, bir süre çalışma, tatile ihtiyacın yok mu senin. Müsaade et mantıksız, saçma sapan hayaller kursun içimdeki yaramaz çocuk. Bir ufuktan diğerine uçsun. Gökyüzünden süzülüp, serin sularla kucaklaşsın. Islansın teni, tuzlu suyla sevişsin. Sonra tekrar yükselip, eski sevgiliyle gitsin…
İnan! bazen çok sıkıyorsun. Bu güzel hayalin bana ve sana ne zararı olabilir ki. Gerçek hayattaki müdahalelerine bir itirazım yokta, hayallerime karışmandan nefret ediyorum bilesin. Uyarma beni ya. Rüyalarımda bile tedbiri elden bırakmıyorsun. Ne olacak, bırak o yüksek duvardan atlayayım. Bir şey olmaz, bir tarafım kırılmaz emin ol. Rüya o.
"Boş işler bunlar. Hayal kurmanın insana ne faydası olabilir ki. Sorumlulukların var senin. İlla bir şey düşüneceksen onları düşün. Geleceğini garanti altına alman lazım. Boş hayaller sana göre değil. Masaldaki Ağustosböceği gibisin. Ya kış geldiğinde iyi kalpli bir karıncaya rastlayamazsan, halin nice olur. Birde o rüyada ben seni duvardan atlamaktan vazgeçirmeseydim yataktan düşecektin haberin var mı?"
Bak hala konuşuyor. Geleceğin, geleceğinin garantisi var mı? a benim doğrucu Davut’um.
…….
Ne oldu. Sustun bakıyorum…
“Başlatma şimdi hayalinden”
Tamam, tamam kızma hemen. Akıllı olan sensin, kontrollüsün, tedbirlisin. İyiliğimi düşündüğünden böyle davranıyorsun ama anla işte bazen olmayacak hayaller kurmak ister insan. Çoğunun bir işe yaramayacağını bilir. Bilir de, bir kaçıştır belki, kendine dönmek, belki de çocukluğu özlemek. Kim bilir? Nasıl anlatayım ki sana.
Senin yaradılış gayen, uyarmak, ikaz etmek. Kural ve kaidelerin var. Doğru ve yanlışların belli. Yalan atmak kötüdür ya. O yalan bir kötülüğü yok etmek için de olsa, yalandır senin gözünde. Çirkindir. Onun getireceği muhtemel güzelliklerinde bir kıymeti yoktur.
Anlayacağın esnekliğin sıfırın altında. iki kere iki, dört eder her şartta sana göre. Haklısın 2 kere 2, dört eder her zaman da bazen insan, “zorlarsak dört buçuk yapamaz mıyız” diye sormak istiyor kendi kendine. Kime ne zararı var ki. Az bi müsaade lütfen. Çekil köşene otur. Sesini çıkarma, sebebini de sorma. Söz, sonra yine seni dinleyeceğim ama bugünlük hiçbir şeye karışma.
Karışma ki; birkaç dakikalığına da olsa kıskansın beni martılar…
Ne kadar kıl bir başlık değil mi? Kıl… “Kıl diye başlık mı olur” demeyin oldu işte. Ben yazdım oldu. Geçen gece, uykunun dayanılmaz cazibesi ile giriştiğim mücadele sırasında hemen uyumamak için bir şeyler düşünmeye çalışıyordum. Hani derler ya Türk’ün aklı ya kaçarken ya da buraya yazsam editörün sileceği eylemi gerçekleştirirken. İşte bende üçüncü seçeneği buldum. Benim aklım ise uykuya dalmadan önceki o sersemlik halinde çalışıyor galiba. Tabi buna çalışmak denirse. Ne yazmalıyım diye düşünürken birden aklıma kıl kelimesi geldi. İnanın nerden geldi nasıl geldi bilmiyorum ama “kıl üzerine bir yazı yazmalıyım” dedim, kendi kendime. Yazının amacı ne olacak, sonu nereye ve nasıl bağlanacak inanın şu satırı yazarken dahi bilmiyorum. Bakalım kalemim nereye götürecek beni bende merakla beklemekteyim.
Sağ olsun eski blogçu arkadaşlar yazacak konu bırakmamışlar. Hemen her konuda birden fazla blog var. Bütün suç bu arkadaşların. Onların yüzünden farklı bir şeyler yazmak isteyenler ise benim gibi böyle, kamera önüne geçmeye fırsat bulamamış, arkasında çalışan konulara yöneliyorlar. Acaba kıl konusunda blog varmıdır? Bakmaya fırsatım olmadı. Yoksa da ilkini ben yazıyorum, hayırlı uğurlu olsun.
Kıl; itilmiş, kakılmış, hor görülmüş, ezilmiş bir isimdir. Estetik olarak güzel görünmemizi sağlayan kıllarımızı onurlandırıp, güzel isimler takmışızdır. Saç, kaş, kirpik, sakal, bıyık. Ama hoşumuza gitmeyen varlığıyla bizi rahatsız edip kurtulabilmek için epeyce zaman ve para harcadıklarımıza ise kıl deriz. Bacak kılı, göğüs kılı, burun kılı, kulak kılı, ora kılı, bura kılı. Ama bu arkadaşların hepsinin genel adı kıldır. Kabul etsek de etmesek de. Kıl ismi o kadar iticidir ki; onunla mücadelede kullanılan alet ve ekipmanlar da dahi adı kullanılmaz. Onlara da ayrı isimler takılmıştır. Tüy dökücü… Epilasyon aleti… İsterseniz bu malzemelerin başına kıl yazıp bir okuyun, bakın nasıl duruyor.
Kıl atalarımız tarafından da irdelenmiştir. Güldürürken düşündürme amacı ile yazılmak istenen sözlerde kullanılmıştır hep ismi. Ama nedense hep +18’lik atasözleridir bu özlü sözler. Atalarımız bile kıla, kıldır anlayacağınız. (Bunları buraya yazmamı beklemiyorsunuzdur umarım. Zaten yazmama gerek yok. Bunları bilmeyen yoktur, az bir düşünün, hemen aklınıza gelecektir.)
Nedir bu kılın bizden çektiği. Dünyada milyonlarca kişi ekmek yiyor halbuki bu vatandaş sayesinde. Hesap yapmaya kalksak devasa rakamlar çıkar karşımıza. Berberler, kuaförler ve onların çırakları, kozmetik, kimya, temizlik, reklam sektörleri çalışanları sahip oldukları maddi imkanlarının büyük çoğunluğunu kıla borçlu. Genel cerrahlar bile belli oranda bu kıldan para kazanıyor.
Başka türlü faydaları da var kılın. Askerde hava değişimi mi almak istiyorsun. “Kılım döndü komutanım”. Bir operasyon. Pat 20 gün hava değişimi.
Peki biz ne yapıyoruz, varlığıyla dolaylı da olsa faydalı olan kıla. Kıllık yapıyoruz. Kategorize ediyoruz, hemen her şeyi ettiğimiz gibi. Sınıf ayrımı yapıyoruz. Halbuki adını da değiştirsek kıl kıldır.
Sevmediğimiz insanın lakabı hazır, kıl adam . Saçımız seyrekleştiğinde “saç ektirmiş” diyoruz da olmadık bir yerde döndüğü için doktora “tüyüm döndü galiba doktor bey” demiyoruz. Çünkü o garip, kimsesiz, istemeden de olsa başımıza iş açtı, olmayacak bir yerde döndü. Bilmezler ki o dönen aslında kafamızdan dökülüp aşağıya inmiş saç telidir. Vururlar abalıya. Kafada güzel görünürken saç, aşağıda dönünce kıl olur.
İşte biz insanlar iki yüzlüyüz. Kıl bu özelliğimizi belki de yüzümüze vuruyor. Ama haberimiz yok. Menfaatimiz olunca sevgi, saygı el üstünde taşıma. Menfaat yok, sıkıntı yaratıyorsa tü, kaka. Direk bir faydan yoksa kılsın. Dolaylı faydanı ise kimse görmez.
Son olarak iki soru. Birileri tarafından, onlara menfaat sağlamadığınız için, kıl durumuna düşürüldünüz mü? Ya da tam tersi, siz birinin aslında kıl olduğunu unutup adını değiştirdiniz mi?
Çevremize bir bakalım. Menfaatimiz olmadığı için kıl muamelesi yaptığımız kaç insan var hayatımızda. Kaç tane de aslında kıl olduğu halde sırf menfaat kaygısı ile adını değiştirip başımıza saç yaptığımız.
Düşünün…
Olmak mı? Olmamak mı? Gerçekten bütün mesele bu mu? Bu kadar basit mi? Olunca olunuyor, olmayınca olunmuyor mu? Varolup da aslında olmayanlar yok mu? Ya da aslında varolmadığı halde bulunanlar aramızda?
Ben, bu yazıyı yazmaya çalışan. Gerçekte varmıyım sence? Sana soruyorum evet sana. Bu yazıyı okuyan arkadaşım. Ben şu an, bu yazıyı yazarken geçen zamanda, sen benden bihaber değil misin?
Peki sen var mısın? Şu anda baş ağrımla kafa kafaya vermiş, klavyemin tuş sesleri gök gürültüsü gibi patlıyorken beynimde, sen diye biri var mı benim için?
Yok.
Şu anda sen de ben de yokuz. Ama az sonra var olacağız.
Nasıl mı?
Biraz sabret. Az sonra bu yazıyı okuduğunda hem beni hem kendini var edeceksin.
Al anahtarı eline. Aç varoluşun kilidini. Meraklan...
Dikkat etmedin mi? Ne kadar çok soru sordum sana.
Aslında vardık ama yok değilmiydik birbirimiz için?...
Şimdi ise varım. Çünkü şu an merak içindesin. Düşünmeye başladın. Ekilen merak tohumları çimlenmeye başladı akıl tarlanda. Sorular geliyor peşi sıra. Düşünüyorsun. En azından “ Ne saçmalıyor bu adam diyorsun kendi kendine”.
Ve beni var ediyorsun...
Sonra, sonra ben meraklanıyorum. "Yazının sağ köşesindeki rakamı sıfırdan bire çeviren kim?" diyorum kendi kendime.
Düşünüyorum...
Üst köşedeki 1 matematiksel kıyafetini çıkarıyor artık. Ete kemiğe bürünüyor ve ruhu var artık onun.
İşte o zaman da sen varoluyorsun...
“Düşünüyorum öyleyse varım” Demişti birisi öyle değil mi? Katılmıyorum bu söze. Düşünmeye teşvik eden “merak” var etti bizi. Bence “meraklanıyorum öyleyse varım” olmalıydı, meselede olmak ya da olmamak değil, meraklanmak ya da meraklanmamak meselesi.
İşte asıl mesele bu.
Merak eden sorar, sorgular, araştırır ulaşır. Meraklanmayan yer, içer, yatar, var olduğunu sanar ama gerçekten var olamaz.
Kimselerin bilmediği uzaklarda bir köy, kırık dökük direklerinin zor bela taşıyabildiği, asma ağacı bir çardak...
Öğle vakti. Belki de ikindi okunmak üzere. Kim bilir?
Önemi de yok zaten.
Tenha, toprak yoldan tozlar yükseliyor, ara ara esen sıcak rüzgarla birlikte.
İçindeki türlü sıkıntı yetmezmiş gibi birde sinekler vızıldıyor başının etrafında.
Namussuzlar dokundukları yeri de yakıyorlar sanki.
Hava çok sıcak ve rutubetli. Boğulacak gibisin. Belli belirsiz bir tezek kokusu alıyor burun deliklerin.
Düşünüyorsun...
Zaman da indirmiş yelkenleri o sıralar. İlerlemiyor. Etrafta sıcak havaya rağmen sevişen birkaç serçe haricinde de kimseler yok.
İki laf edebilselerdi keşke.
Sıkılıyorsun...
Derin bir off çekmek geliyor içinden. Ardından da gün yüzü görmemiş küfürler savurmak, biri bitip diğeri başlayan dertlerine.
Neden geldin ki buraya? Burası neresi? Neden ortalıkta hiç kimse yok?...
Sonra ne oluyorsa birden bire, kerameti kendinden menkul sıcak rüzgar, topluyor pılını pırtısını.
Terlemiş alnında beliren serinlikten anlıyorsun.
Aniden çıkan serin rüzgardan rahatsız olan sinekler de toz oluyorlar hızlıca. Havadaki nem de sineklere uyunca nefes almak artık daha kolay...
Rüzgar hızlandıkça hızlanıyor. Asmanın yaprakları çılgınca savruluyorlar bir o yana, bir bu yana. Fırtınayla inatlaşıyorlar sanki. "Başaramayacaksın bizi dalımızdan ayıramayacaksın" der gibiler.
Saatin çalışmaya başlıyor. Gökyüzünde gri yağmur bulutları da yerlerini çoktan almışlar. Gelecek emri bekliyorlar.
Kulaklarında uzaklarda peşi sıra patlayan gök gürültüleri, içinde ise anlamsız bir mutluluk.
Yerinden doğrulma zamanı.
Sırtındaki ter hala sıcak. Koltuk altların yapış yapış...
İlk damlalar düşer düşmez kahverengi yola, mis gibi toprak kokusu sarıyor dört bir yanı. O anda aklında bir soru; "Dünyada bundan güzel bir koku var mıdır." İçindeki huzurla birlikte düşen damlalarda çoğalıyor. Şimdi ilk gelenler kadar iri değiller ama daha fazlalar. Artmaya da devam edecek gibiler...
Yağmur şiddetlendikçe rüzgar azalıyor. Ayağa kalkıp gitmek gerek.
Yürüyorsun...
Adımların hızlandıkça küçülüyorsun. Önce saçlarındaki aklar akıyor şakaklarından yanaklarına doğru. Ardından da yüzündeki kırışıklıklar.
Adımların yavaşlıyor.
Çok mutlusun.
Gömleğini çıkarıp savuruyorsun boşluğa. Serin damlalar sıcak tenine çarptıkça ufalıyorsun. Ayakkabıların ayağına büyük gelmeye başlıyor. Çıkarman çok zamanını almıyor. Bu kadar büyük numaralı ayakkabılar almış olmana şaşırıyorsun. Pantolonunun boyuda uzamış. Onun da paçalarını kıvırmak bir kaç saniyelik iş. Her şey ne kadar da kolay oluyor. Tabanlarının altındaki vıcık vıcık çamur, attığın her adımda tarifi imkansız bir mutluluk sunuyor sana.
Uzaklardaki gürültüler yaklaşıyor.
Yağmur şimdi daha coşkulu. Saçlarının arasından süzülen damlalar beraberinde günahlarını da götürüyorlar sanki. Çoktan unutmuş olduğun bir duygu sarıyor tüm bedenini.
Çocuksu bir masumiyet.
Başını göğe çevirip kollarını açarak, yağmuru kucaklıyorsun.
Küçücüksün, huzurlusun, mutlusun...
Sesler iyice yaklaşıyor. Az bir zaman kaldı hissediyorsun...
Sonra şiddetli bir gök gürültüsü ürpertiyor ruhunu;
Annen geliyor aklına, uyanıyorsun...